NBA’e Davranışsal Ekonomist Perspektifinden Bakış: Bazı Coachlar Haksız Yere mi Kovuluyor?
Siz farkında olmasanız da davranışsal ekonomi, hayatımızın her alanında; basketbolda dahi. Hatta basketbolun merkezinde davranışsal bilimler yatıyor desek yadsınamaz.
Finans dünyasında kabul gören klasik karar verme mekanizması, bireylerin ellerindeki kaynakları en verimli yöntemle değerlendirerek rasyonel kararlar verdiğini varsayar. Ancak aynı zamanda bir davranışsal ekonomist olan 2002 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Daniel Kahneman, insanların karar mekanizmalarının önyargılardan, duygulardan ve dış etkenlerden etkilendiğini; dolayısıyla mevcut kaynakların en verimli düzeyde kullanılamadığını öne sürer.
NF platformunda bilişsel terminolojiler okumak garip gelebilir, fakat bu terminolojiler NBA baş antrenörlerinin kovulmasıyla doğrudan ilişkili. Konuya açıklama getirmek adına sizleri 2017-18 sezonunun başlangıcına, 2017 senesinin Kasım ayına götüreceğim. NBA’de o güne kadar 533 gün boyunca hiçbir coach kovulmamış, bu alanda rekor kırılmıştı. Seriyi bozma onuru Phoenix Suns baş antrenörü Earl Watson’a kısmet oldu.
Sezona üç mağlubiyetle giren Phoenix Suns’ta Watson’ın kovulması sürpriz olmadı. Neticede takımdan sorumlu kişi baş antrenördü; takım başarısız bir grafik çizdiğinde baş antrenörü kovmak rasyonel bir çözüm değil miydi? Davranışsal ekonomiye göre her zaman değil çünkü takım yönetimi bu kararı verirken davranışsal ekonomistlerin sonuç yanlılığı (outcome bias) diye adlandırdığı bir çeşit önyargının etkisinde kalıyor.
Sonuç yanlılığı, olayları değerlendirirken mevcut bilgi birikiminden hareketle verilebilecek en iyi kararın verilip verilmediğinden ziyade olayların sonuçlarına odaklanmaya denir. Daha öz bir ifadeyle bir olayı veyahut hareketi değerlendirirken sonucun değerlendirmedeki etkisinin aşırıya kaçarak önyargı oluşturması olarak tanımlanabilir.
Earl Watson ve Phoenix Suns’ın durumuna davranışsal ekonomi lensinden göz attığımızda ilginç çıkarımlarda bulunabiliriz. Örneğin Watson’ın baş antrenörlük bağlamında verdiği iyi kararlar, muhtemelen Suns yönetimi nezdinde aldığı üç mağlubiyetin gölgesinde kaldı. Earl Watson’ın görevi takımın maç kazanmasına katkı sağlamak değil mi? Bu da ne demek?
Bu konuyu araştırırken zihnimi bu tür sorular kurcalamıştı. Bu noktada davranışsal ekonomi şunu savunuyor: Phoenix Suns’ın aldığı mağlubiyetlerin coach hatasından veyahut onun elinde olan faktörlerden kaynaklandığını nereden biliyoruz? Bu bilgiye erişmeden, başarısız sonuçların yarattığı gerilimle faturayı Watson’a kesmek doğru mu?
Kafaları biraz karıştırdığımın bilincindeyim. Dolayısıyla sizlere daha somut bir veriyle gelerek yap-bozun parçalarını oturtacağım. Lars Lefgren ve Brennan Platt tarafından sonuç yanlılığı üzerine yapılan bir araştırma 20.000’den fazla NBA karşılaşmasını mercek altına almış. Sonucundaysa baş antrenörlerinin yakın bir galibiyete kıyasla yakın bir mağlubiyetten sonraki maçta parkeye farklı bir ilk beşle çıkmaya %17 daha yatkın olduklarını görmüşler. Birkaç sayılık oynama gerçekten de coachların planlarını bu denli etkilemeli mi?
Serbest Atış Çizgisindeki Şans > Maç İçi Performansı (?)
Rakibini domine eden bir takımın ilk beşini koruması ya da maçı fark yiyerek tamamlayan takımın parkeye sürdüğü beşte değişikliğe gitmesi oldukça normal bir durum. Fakat son toplarda kıl payıyla kaybedilen maçları düşünün. Gelen mağlubiyeti bir başarısızlık göstergesi olarak algılamak her zaman doğru değil. Aksine bu karar, baş antrenörün inisiyatifi dışındaki sebeplerden kaynaklanan mağlubiyet sonucu verilen hiddetli tepki olarak yorumlanabilir. Bu sebeplerin temel örneği rakip takımın serbest atış çizgisindeki performansı. Ortalama bir takım, maç başına 25 serbest atış kullanıyor ve bu atışlarda %75 isabet buluyor. Tabi evdeki hesap her daim çarşıya uymuyor. Kimi zaman takımlar faul çizgisinde çok yüksek veya çok düşük yüzdelere imza atabiliyor. Tahmin edebileceğiniz üzere rakip takımın faul çizgisindeki başarısını maçtan önce kestirebilmenin bir yolu yok. Dolayısıyla rakiplerin serbest atış çizgisindeki şansı, coach ve oyuncuların maç içindeki performansını gölgede bırakabilecek kadar sürprize açık ve belirleyici bir faktör.
Hemen somut bir örnekle destekleyelim. Takvim yaprakları 24 Şubat 2010’u gösteriyor. O gece %45 (10/22) isabetle serbest atış Detroit Pistons’ın talihsizliği, rakibi Los Angeles Clippers’ın serbest atış çizgisinde %90’ı geçen (22/24) isabet yüzdesi tarafından perçinlenmiş; neticesindeyse ortalamaya kıyasla 10 sayılık bir fark ortaya çıkmıştı.
Mücadele 97-91 sonuçlanırken sadece 6 sayı ile kaybeden Pistons’ın bizlere öğrettiği ders, kimi zaman serbest atış çizgisindeki şansın mağlubiyete/galibiyete yol açmaya yetecek kadar büyük etkiye sahip olduğu. Bu mağlubiyet Detroit Pistons yöneticilerinin zihninde coach’a dair negatif bir izlenim yaratmış olabilir. Sonuçta galibiyet parolasıyla parkeye çıkan ekip yenildi. Fakat coach’un başarısızlıktaki rolü minimal düzeyde. Bu duruma karşılık alabileceği maksimum önlem takıma daha fazla serbest atış çalıştırmak olacaktır. Ancak işin oyuncularda bittiği bariz:
2016 EuroLeague Final Four’u için Berlin’e gidelim. Final maçında CSKA Moskova’ya karşı 1/10 isabetle faul atan Jan Vesely yüzdesini en azından o sezonki ortalamasına (%56’ya) çekse maçın öyküsü bambaşka yerlere sürüklenebilirdi. Acı mağlubiyetten sonra kaçımız Zeljko Obradovic’i yeterince serbest atış çalıştırtmadığı için suçladık? Çok azımız çünkü problemin kaynağı Obradovic değildi.
Antrenörlerin -müsabaka yakın şekilde kaybedilse dahi- mağlubiyetten sonra stratejisini gözden geçirerek değişikliklere gitmesi alışılagelmiş bir hareket. Ancak rakibin serbest atış performansına göre strateji değiştirmek takımın menfaatini gözetecek, performansını arttıracak diye bir kaide yok. İstatistikler rakip takımın %70 ile değil de %80 ile faul attığında baş antrenörün ilk beşini değiştirmeye %0.5 daha yatkın olduğu yönünde.
Serbest Atışlar Tamamen Coach’un Kontrolü Dışında mı?
Rakibin serbest atış yüzdesi üzerinde baş antrenörlerin gerçekten etkisi olup olmadığını sorgulamıştım kendi kendime. Meslektaşları arasından sıyrılan bir coach, oyuncularına rakip takımın kötü serbest atış atan oyuncularına faul yapılması yönünde bir talimat verebilir. Ancak takımınızı “Hack-A-Shaq” kadar bariz bir faul taktiğiyle parkeye çıkarmadığınız takdirde bu talimatın etkisi hayli tartışılır. Öte yandan bu talimatlar elit baş antrenörlerin (Gregg Popovich, Mike Budenholzer, Nick Nurse) düzenli kullanabildiği bir silah olsaydı rakiplerinin serbest atış yüzdelerinde tutarlılık görmemiz gerekirdi. Tabi ki böyle bir durum söz konusu değil.
Yazıyı noktalarken bahsedilen meselelerin temel konseptimiz sonuç yanlılığı ile ilişkisini özetleyelim. Ortalama bir takımın NBA normal sezonunda oynadığı 82 maçın en az yarısı (41’i) tek haneli farklarda bitiyor. Bu mağlubiyet veya galibiyetlerin hepsi doğrudan serbest atış çizgisindeki isabetle ilişkili demiyorum elbette. Ancak bazı maçlarda serbest atış isabeti gibi nüanslar ile oyunun kaderi değişebiliyor. Son hücumda kaçan serbest atış, takımınızın yediği buzzer-beater game-winner basket canınızı fazlasıyla sıkacaktır. Bu mağlubiyetlerin akabininde “coach X oyuncusu yerine Y oyuncusunu oyunda tutmalıydı, savunmada adam adama savunma yerine rakibin dış şutunu riske edip alan savunmasına dönmeliydik” gibi eleştiriler gelecektir. Ne de olsa ortada hayal kırıklığı var, içgüdüsel olarak suçlayacak birilerini arıyorsunuz çünkü yenildiniz. Fakat coach eleştirisi yapacakken sonucu eleştirinizin merkezine koyarak antrenörü acımasızca topa tutmamanız tavsiyem.